Konuya eleştirel veya olumsuz yaklaşanlar Devlet Aklını, tek tek insanların çıkarları ve hakları yerine devletin çıkarlarına mutlak öncelik veren bir anlayış olarak tanımlıyorlar. Bu yaklaşıma göre; Devletin çıkarları bütün diğer çıkarlardan ve değerlerden önce gelir, bu çıkarların gerçekleştirilmesi için hangi araçların kullanılacağı konusunda bir sınırlama kabul edilmez ve meşruiyetinin temeline toplumu değil, devleti esas alır. Devlet, devlet olduğu için meşrudur, varlığı ve etkililiği sorgulanamaz.
Aslında bir öğreti olarak 16. Yüzyılda ortaya konulan ve Machiavelli tarafından esaslarının belirlendiği kabul edilen bu kavram, bu dönemden yaklaşık 10 asır önce kurulan Göktürk devletinin yönetim anlayışı içinde de mevcuttu, sonrasında kurulan hemen tüm Türk devletlerinde de, devletler devlet aklına uygun davrandıkları sürece hayatta kalabilmiş, bu aklı kaybettiklerinde ise tarih sayfalarındaki yerlerini almışlardır. Bunların son örneği devlet aklını “Hikmet-i Hükümet” olarak tanımlayan Osmanlı İmparatorluğu’dur.
Günümüz dünyasında Devlet Aklını sanırım “Bir milletin ve onun varlığını sürdürmesine olanak sağlayan devletin, kendi uzun erimli yüksek çıkarlarını ve bekasını göz önünde tutarak, kısa dönemde toplumun bazı kesimlerinin çıkarlarına ters düşecek olsa bile, gereken tüm önlemleri (zorunluluk hallerinde hiçbir sınır tanımadan) alma ve bu yolla devamlılığını sağlama yeteneğidir” şeklinde tanımlamak mümkün olabilir.
Devlet Aklı “bizden öncesi veya bizden sonrası” diye düşünmeden devletin bekasını temel alan bir yönetim anlayışı ve siyasi tutumu ifade eder. Devlet aklı kavramının en önemli kriteri, devletin bekası için neyin gerekli olduğuna, zaman ve mekândan bağımsız olarak ve kurucu ilkelere bağlılığını yok etmeden karar verilmesidir. Belirleyici bu üst kararın alınmasından sonra bu hedefe yönelik olarak tüm kurumların yapacağı planlar ve eylemler kurumların hafızalarında her zaman saklı tutulur. Devlet Aklı, aynı zamanda kriz, olağandışı durum ve belirsizlik ortamlarında, kurumların belirlenmiş ana hedef doğrultusunda kendi başlarına harekete geçme yeteneklerini ve buna yönelik kurumsal hafızaları hayata geçirmeli ve idame ettirmelidir.
Devletler varlıklarını sürdürdükleri sürece akıllarını yitirmezler (çünkü kavram olarak aklını yitirmiş bir devletin varlığını sürdürmesine de olanak yoktur) ama içinde bulunulan koşullara bağlı olarak akıl tutulması yaşamaları mümkündür. Bu akıl tutulmasının siyasi, sosyal, ekonomik farklı nedenleri olabilir.
Bir tanıma göre, herhangi bir niteliğin gerçek seviyesi ancak zorluk karşısında test edildikten sonra belirlenebilir. Dolayısı ile sıra dışı durumların kişiler, kurumlar ya da devletler için bir turnusol kağıdı işlevi gördüklerini söyleyebiliriz. Kendinizde/kurumunuzda/devletinizde olduğunu varsaydığınız nitelikler eğer zorluk karşısında test edilmemişlerse, sadece sizin varsayım ya da eski tabirle hüsnü kuruntunuzdan öteye geçemezler.
Henüz resmi verilerle ortaya konmamasına rağmen, yaşadığımız son deprem felaketinin yüzyılın en ciddi ve etkileyici doğal afetlerinden biri olduğu görülmektedir, dolayısı ile deprem sonrasında gösterilen reaksiyon ve alınan önlemlerde aksaklıklar olması belli bir düzeye kadar normal karşılanabilir. Bu durumun normal sınırlar içinde olup olmadığını ancak, geçmiş verilere ve dünya ortalamalarına bakarak belirleyebiliriz.
En yakın örnek olan 17 Ağustos 1999 depremi (ki yaşadığımız felakete benzer şekilde sabaha karşı 03.02 de gerçekleşmiştir) sonrasında TSK’lerinin reaksiyonuna baktığımızda şunları görüyoruz;
- 2 saat içinde Kara Kuvvetleri Komutanlığında “Tabii Afet Değerlendirme ve Koordinasyon Merkezi” kurulmuş,
- 3 saat içinde Kara Kuvvetleri İstihkam Dairesi’nden bir heyet deprem bölgesine yola çıkmış,
- 3,5 saat içinde dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çevik Bir deprem bölgesine intikal etmiş,
- 4 saat içinde Foça/İzmir bölgesinde bulunan çıkarma gemileri Aksaz/Marmaris’e intikal edip Rıhtım, İskele Tamir Bakım Taburunu alarak deprem bölgesine ulaştırmak üzere yola çıkmış,
- 5 saat içinde TSK’lerine bağlı helikopterler bölgeden yaralı tahliyesine başlamış, bir gün içinde iki binin üzerinde kişiyi deprem bölgesi dışındaki hastanelere ulaştırmış,
- 7 saat içinde Donanmanın kalbi Gölcük Üssünde oluşan alt yapı hasarlarına rağmen Deniz Kuvvetleri gemileri ilk yaralıları İstanbul’a ulaştırmış, GATA ve diğer sivil hastanelere sevkini sağlamış,
- 1 gün içinde bölgedeki görevli birliklere destek olarak bir tugay, iki sahra hizmet bölüğü, iki seyyar cerrahi hastane deprem bölgesine gönderilmiş,
- Çok kısa sürede, İstanbul, İzmit, Adapazarı, Gölcük ve Yalova’da beş lojistik destek koordinasyon merkezi açılmış, illerdeki tüm yardım faaliyetleri, Tabii Afet Bölge Komutanlıkları ile kriz yönetim merkezleri tarafından koordine edilmişti.
Yakın geçmişteki bu örneğe bakılınca, bugün yaşadığımız felaket karşısında Türkiye’de Devlet Aklının bir tutulma yaşadığı açık bir şekilde görülebiliyor. Bu akıl tutulmasını anlamak için özel bir gayrete de gerek yok, felaketten sonraki ilk 48 saat içinde devletin hiçbir kurumunun etkili bir reaksiyon gösteremediğini, kendi aralarında organize olup topladıkları yardımları bölgeye ulaştıran vatandaşların devlet kurumlarından önce bölgeye intikal ettiğini, geçen her saat ve hatta dakikanın önemi ortada iken, iş makinalarının organizasyon eksikliği nedeniyle göreve başlayamadan şehir girişlerinde kilometrelerce kuyruk oluşturduğunu izleyen, depremin içinde bulunduğumuz bu 6. Gününde Suriyeli çetelerin taciz, soygun ve yağma haberlerini alan, ortalama zekaya ve vicdana sahip herkes, siyasi görüşünden bağımsız olarak, bir başarısızlık sergilendiğini kolaylıkla anlayabilir.
1999’dan bugüne devlet kurumlarının bu duruma getirilmesine, mevcut iktidarın, liyakati değil bağlılığı öne alan yaklaşımlarının, devlet hayatında ve kararlarında akıl ve bilimin değil sorgulamaya kapalı inanç kültürünün esas alınmasının, 15 Temmuz darbe girişiminin devlet kurumlarında yarattığı tahribatın, tek adam yönetiminin bürokrasinin her kademesine dayattığı karar alma zorluğu ve tereddütlerin bileşkesinin, yol açtığını söyleyebiliriz sanırım.
Ama bu durumun sorumluluğunu sadece mevcut iktidarın üzerine yıkarak, kendimizi kenara çekmek, kolaycılığa kaçmak olur, onun için iktidarın yarattığı bu akıl tutulmasına, toplumun yaptığı katkıyı ya da kolaylaştırıcılığı da göz önünde tutmamız bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor.
İngiliz Yayın Kuruluşu BBC tarafından hazırlanan bir belgesel[1], 1999 depreminin hemen yanı başındaki Tavşancıl beldesinde, kurallara bağlı bir Belediye Başkanının, plansız yapılaşmayı engelleyerek, bölgeyi depremden nasıl koruduğunu anlatıyor. Belediye Başkanı Salih Gün’den sonraki dönemde ise, yöre sakinleri kendi kısa vadeli çıkarları uğruna, yaptıkları kural tanımazlıkları gülerek anlatıyor ve toplumsal bir gerçeği adeta yüzümüze çarpıyorlar.
Bunun tam tersi bir yaklaşımı ise 2021 yılında Jeoloji Mühendisleri Odasının deprem bölgesinde yaptığı çalışmayı çevre belediyelere iletip, fay hatlarının imar planlarına işlenmesini önerdiğinde, bu tür çalışmaların faydası olacağına inanmadığını söyleyen Kahramanmaraş Büyükşehir Belediye Başkanının davranışında görüyoruz[2]. O Belediye Başkanı şimdi ne yapıyordur acaba merak ediyorum.
Depremlerin üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen, konuyu en kapsamlı verilerle ve anlaşılabilir biçimde açıklayan haberlerin[3] dış basında yer almasını sadece raslantısal nedenlere bağlayamayacağımız, araştırma güdüsü, tarafsızlık ve etkin çalışmanın ürünü olduklarını görmemiz gerektiği açıktır.
Ölçüm sistemlerindeki farklılıklara göre değişen rakamlar bulunsa bile, Türkiye’nin ortalama zekâ seviyesinin, artmak yerine azaldığının son dönemde yapılan araştırmalarla[4] ortaya konulduğu görülüyor. Akademisyenlerin alanına tecavüz etmeden, ortalama zekanın, toplumun içinde bulunduğu sosyokültürel ortam, eğitim sisteminin niteliği, toplumda akıl ve bilim yerine sorgulanamaz fikir ve inanışların esas alınmasından etkilendiğini ve hatta tek tip ve varsayımsal başarı haberleri bombardımanı yapan medya kuruluşlarının da bu duruma katkı yaptığını söyleyebiliriz sanırım.
Bütün bu değişkenlerin yanında ve hatta üstünde olarak, Sayın Tınaz Titiz’in ifadesiyle “Bildiğimiz ve henüz varlığından haberdar olmadığımız tüm canlı, cansız ve kültürel varlıklar (yani her şey) bir bağlantılı bütün olarak, o bütüne uyum göster(e)meyenleri içinden atıp, yerlerine yenilerini üreterek, dengeyi koruyacak yeni bütünlükler oluşturuyorlar.”
Bütün, uyum göstermeyenlerin davranışlarının karşılığını, bazen orantısız da olabilecek biçimde, kendisi tarafından belirlenen bir zaman aralığında ama mutlaka tazmin ediyor. Bu tazminatı bazen karar alanların kendisi, bazen çocukları, bazen de torunları mutlaka bir gün ödüyorlar. Devlet aklını harekete geçireceklerin tüm diğer değişkenlerin yanına doğayı (bütünü) koymalarının da artık bir zorunluluk haline geldiğini, toplum olarak anlamamızın zamanı gelmiş ve hatta bir ölçüde geçmiş gözüküyor.
İfade edilen olumsuz öğelerin yanında, toplumun devlet kurumlarından daha kısa sürede yardım organizasyonları kurabilmesini, spontane olarak bir araya gelen 2.000 kişiyi aşkın yazılımcının çok kısa sürede afetlerde kullanıma yönelik uygulamaları hayata geçirmesini ve ortaya konulan toplumsal dayanışma duygusunu da görmezden gelemeyiz, ama ne yazık ki bunlar içinde olduğumuz büyük başarısızlığı ortadan kaldırmaya yetmiyor.
Devletin hayatında kısa sayılabilecek, bu akıl tutulması sürecinin sona erdirilebilmesi için, yukarıda örnekleri verilen olumsuzlukların yani geleceği hiç düşünmeden kısa vadeli çıkarlar için bilimin esaslarından uzaklaşılmasının ve kamu kurumlarının bu durumu görmezden gelmelerinin, kişisel küçük hedeflerini toplumun ve hatta doğanın çıkarlarının üstünde gören ahlaki yozlaşmanın ve bunun siyasete yansımalarının, akıl ve bilimden uzaklaşarak baskıcı bir anlayışla dayatılan tek tipleştirmenin ortadan kaldırılması gerekir. Yani bir toplum devlet aklına sahip yöneticilere sahip olmak istiyorsa, işe önce kendini değiştirerek / dönüştürerek başlamalıdır.
Bu ülke insanlarının Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında, ilk yüzyılın başlangıcındaki kendine güven ve değişim ivmesini yakalayarak, belirlenecek yeni ideal ve hedeflerle[5] günün ihtiyaçlarına yönelik toplumsal ve ahlaki dönüşümü sağlamasının zorunlu olduğu gözüküyor.
Bütün bunların kolay olmadığını, toplumun böyle bir dönüşüme hazır olmadığını, ya da bu dönüşüme önderlik edecek kadroların ya mevcut olmadığını veya kendilerini toplumun geneline anlatamayacaklarını düşünüyorsanız eğer, geriye bir tek şey kalıyor, hep birlikte yüce yaratıcıdan veya doğadan (nasıl adlandırıyorsanız) bu toplumu devlet aklından yoksun yöneticilerin eline bırakmamasını dileyelim.
Ne yazık ki, dua etmenin ve çözümü kendi dışınızda var olduğunu düşündüğünüz güçlere havale etmenin de sorunu ortadan kaldırmaya yetmediğini hep birlikte gözlemliyoruz.
Emek, sabır ve özveriyle başarılabilecek ve devlet aklına da yön verecek toplumsal birleşik akılı harekete geçirerek, ihtiyaç duyulan dönüşümü gerçekleştirmek hepimizin ilk hedefi olmak zorunda.
Yazı: (E.) Dz . Kurmay Albay Ayhan YILDIZEL
11 Şubat 2023
Değerli kardeşim,
Çok güzel bir yazı kaleme almışsın. Tebrik ediyorum.
Ben de bir kaç şey ilave edeyim.
DUA
iki aşamada yapılır.
1.fiziki dua;
Önce bilim ve ilmin gerekleri yapılır.
2. Kavli dua
1.ni madde yerine getirilince Allah’a gerekeni yaptım senden yardım istiyorum denir
Eskiler şöyle derdi,
Eşeğini sağlam kazığa başlayacaksın sonra tevekkül edeceksin
Bir başka husus islamın şartları 5 tir.
1 Adalet
2 Emanet
3.Ehliyet
4.maslahat
5.meşveret
Adaletin olmadığı, emanete ihanet edildiği ve ehil olmayan insanların iş başına getirildiği bir yerde danışma da yoksa yapılan işten hayır gelmez.